3 Günde Küre Dağları
Merhaba Sevgili Okuyucu;
Batı Karadeniz’de Kastamonu ve Bartın illeri sınırında yer alan Küre Dağları milli parkı, cennetten birer parça doğa harikaları ile aradığımız sakinlikte bir seyahat oldu.
Niyetimiz Yedigöller’e de uğramak olmasına rağmen yolun kapalı olmasından dolayı, gittiğimiz bütün bozuk yolu dönmek zorunda kaldık. Yine de başka bir zaman Yedigölleri görmek için not aldık.
İstanbul’dan yola çıktığımız için, yolumuz üzerinde safranbolu’ya uğrayarak hem altın değerinde safran baharatımı aldım, hem de tarihi konaklarda, buram buram tarih kokan çarşısına közde kahvemi yudumladım.
Safran Çayı
Küre Dağları milli parkı içinde konfrdan uzak doğaya son derece yakın küçük bir butik oltelde konakladık. Küre dağ evi; köpekleri, kedileri, sabah yumurtasını yediğimiz tavukları, sera bahçeleri ve önünden akan nehir ile yoğun şehir hayatından kaçanlara kafa dinlemek için iyi bir fırsat.
Batı Karadeniz’de yer alan ve Bartın Çayı’ndan başlayıp 300 km boyunca Kızılırmak’a kadar uzanan Küre Dağları, Türkiye’nin ve hatta dünyanın “ölmeden önce görülmesi gereken yerler” listesinde yer almaktadır.
Küre Dağları Milli Parkı, Avrupa’da korunması gereken 100 Orman Sıcak Noktası içinde yer almaktadır çünkü tehlike altındaki “Karadeniz Nemli Karstik Orman” ekosistemlerinin en iyi yabanıl örneklerine sahiptir.
Yer yer heyelandan bozulmuş yolları, önümüzde dimdik uzanan nefes kesici dağları aşıp ilk durağımız “Valla Konyonu”na vardık. Orada yaşayan gönüllü rehberimize adının neden “valla” olduğunu sorduğumuzda, valla bilmiyorum, diye cevap verdi 🙂 Kanyona 15-20 dakika arası ormanın içinden geçen toprak yolla ulaşılabiliyor. Kanyon 800 m derinliği ile dünyanın en derin 2. kanyonu. Valla enfes bir manzaraya sahip 🙂 Çok da estetik olmayan bir demir merdiven ile yüksekten bakma fırsatı sunulmuş. Valla Kanyonunu geçmeye çalışan kişiler arasında kayıplar ve ölümler gerçekleşmiş. Hatta kaybolan ve bulunamayan kişilerden birinin portresi dağın üzerinde asılı duruyordu.
Kanyona doğru yolculuğumuza başlarken rehberimizin önerisiyle, orada bulunan tek gözlemeciyi arayp, “çayı koy, hamuru mayala, biz geliyoruz” demiştik ve kanyondan çıkınca karadenize doğru semaverde çayımızı yudum yudum hafımıza kazıdık.
2. gün Amasraya doğru yine zorlu bir araba yolculuğu yaptık. Bu arada elbette mola verip harika böğürtlenleri avuç avuç içtim, sobada pişen mısırları afiyetle yedim.
13. yüzyılda Cenevizliler tarafından ele geçirilen Amasra’ya Fatih Sultan Mehmet 1460 yılı Ekim ayında bir sefer düzenler. Şehre hakim bir tepeye geldiğinde hayranlığını belli eden meşhur sözü eder: “ Lala, lala!, çeşm-i cihan (dünyanın gözü) bu m’ola” ..
Amasra’nın 3000 yıllık tarihi ve havuz gibi sakin sahilleri var. Hafta içi gidilmesini önerebilirim. Ayrıca Strabon’un, 2000 yıl önce yazdığı Geographika isimli kitabında “en iyi cins şimşir ağacı en çok Amastris (Amasra) topraklarında yetişir” demiştir. Evliya Çelebi de Seyahatnamesi’nde Amasra yöresi ormanlarını “ağaç deryası” olarak anlatır.
Son günümüzde ise bizi en çok etkileyen , cennetten bir parça Ilıca Şelalesine gittik. Pınarbaşı ilçesine uzaklığı 10 km. Yolar yine pek iç açıcı değil. Fakat şelalenin karşısında etkilenmemek mümkün değil.
Ağaçlardan yapılmış oturma alanlarını saran yosunlar ve karşınızda tam anlamıyla huzurun renginde akan şelale ile gerçeklikten bir süreliğine uzaklaşmanız mümkün.
Ayrıca yüzülebilen bu şelalede oksjen oranı çok yüksek. Ziyaretçilerin yüzlerinde beliren gayri ihtiyari gülümsemeyi rahatlıkla yakalayabilirsiniz.
Sevgili okuyucu; doğa kendi içinde küçük mucizeler yaratmış, insanlara ilaç olan. Gördüklerimiz, hissettiklerimiz şifa olarak bedene dösün diye.. Doğanın iyileştirici yeşilini soluman, ciğerlerinden zihnine şifa göndermen dileklerimle..
Bir cevap yazın